12 ve 13. yüzyıllar Anadolu, birçok politik gücün iktidar mücadelesinin arenasıydı. Türklerin yürüyüşünü durdurmak için Bizans akınları, Kudüs için Haçlı akınları, Selahaddin Eyyubi ve Selçuklu sultanları arasında rekabet, hakimiyet için çekişmeler, düşen şehirler, yükselen beylikler, inişler çıkışlar, el değiştiren kaleler. Kaosun ortasında yaklaşık 4 asır varlığını sürdüren bir devlet: Artuklular. Bir yanda hayatta kalmak için savaşan, bir yanda geleceğe kalmak için bilim ve sanat üreten bir devlet.

Cezeri Artuklu Devletinin Hasankeyf-Diyarbakır kolunda 3 sultana hizmet eden bir saray mühendisiydi. Artukluların, Selçuklu ve Eyyubiler arasında denge siyaseti güttüğü o kaotik dönemde Diyarbakır ve Mardin’de bilim, sanat ve mimari toplumu aydınlatırken Cezeri, bu aydınlanmanın en önemli temsilcisiydi.

Artuklu Dönemi Politik Durum

Artuklular, Cezire bölgesinin kalbinde dinamik bir bölgede yer tutmuşlardı. Bir tarafta Eyyubiler, bir tarafta Anadolu Selçukluları ile işbirliği ve çatışma arasında geçen bir güç mücadelesinin ortasındaydılar. Öte yandan devamlı surette Haçlı ve Bizans kuvvetleriyle de savaşıyorlardı. Savaşlar, kaybedilen ve kazanılan şehirler, sürekli bozulan ve yeniden kurulan ittifaklar gibi med cezirli bir siyasi hayatın ortasında olmalarına rağmen sanat, bilim ve mimarlıkta Anadolu’da zamanının ötesinde bir birikimin oluşmasına katkıda bulundular. XII. yüzyıldan XV. yüzyıla kadar Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da hakimiyet kuran Artuklular; Hasankeyf (1102-1232), Mardin (1106-1409) ve Harput Artukluları (1112-1124 ve 1185-1233) olmak üzere üç kol (beylik) halinde Anadolu’nun siyasi anlamda en kaotik dönemlerinde tarihe sıra dışı bir kayıt düşmüşlerdir. Onları bu kadar sıra dışı bir devlet yapan ise Büyük Selçuklular, Anadolu Selçukluları, Suriye Selçukluları, Bizanslılar, Haçlı Kontlukları, Fatımiler, Zengiler, Eyyubiler, Memlükler ve nihayet Moğollar gibi kendilerinden siyasi organizasyon ve askeri kapasite bakımından daha üstün devletlerin arasında üç yüzyıllık bir varlık gösterebilmeleridir.

Sultan Alp Arslan

Büyük Selçuklu Devleti’nin ikinci ve en efsanevi hükümdarı olan Sultan Alp Arslan, devletin kurucularından Çağrı Bey’in oğludur. Sultan Alp Arslan’ın idaresinde Selçukluların yüzü hep batıya dönük olmuştur. 1064 yılında, ele geçirilmesi imkânsız olarak görülen Ani Kalesi’nin Bizans kuvvetlerinden alınması büyük yankılar uyandırmış, Halife Kaim-Biemrillâh, Sultan Alp Arslan’a “Ebü’l-feth” (fetihlerin babası) lakabını vermiştir. Bizans İmparatoru Romanos Diogenes’in Anadolu’da hızla fetihlere girişen ve yurt tutmaya başlayan Türkleri nihai olarak Anadolu’dan çıkarmak ve hatta Selçuklu başkentine kadar yürümek için başlattığı dördüncü Anadolu seferinin büyük bir Bizans-Selçuklu çarpışmasına yol açacağı kesindi. 26 Ağustos 1071 Cuma günü Malazgirt ovasında gerçekleşen savaşta Selçuklular büyük bir zafer kazanmış ve Anadolu’nun kapıları Türklere bir daha kapanmamak üzere açılmıştır. Sultan Alp Arslan, 1072 Eylülü sonunda büyük bir orduyla Türkistan seferine çıkmış, ancak huzuruna kabul ettiği Karahanlı Devleti’nin Berzem Kalesi kumandanı Yûsuf Hârizmî’nin çizmesine sakladığı hançerle ağır şekilde yaralanarak dört gün sonra vefat etmiştir.

Romanos Diogenes

Bizans’ın tanınmış ailelerinden Kapadokyalı Diogenii ailesine mensup Romanos Diogenes, Bizans ordusunda önemli başarılar elde etmiş kudretli bir komutandı. Ancak 1067 yılında Bizans İmparatoru X. Konstantinos Dukas'ın oğullarını imparatorluk tahtından indirmek için hazırlanan bir komploya karışması sebebiyle idama mahkum edilmiştir. Hapiste idam tarihini beklerken Bizans tahtının naibi Eudokia tarafından affedilmiş ve kendisiyle 1 Ocak 1068 tarihinde evlenmiştir. Bu evlilikle IV. Romanos Diogenis olarak, VII Mikhail ile beraber ortak İmparator olmuştur. İmparatorluğu süresince, Anadolu topraklarına akınlar yapan Selçuklu Türklerini püskürtmek için Anadolu içlerine dört sefer düzenleyen Diogenes bu seferlerden istediği neticeleri alamamıştır. Son ve en büyük seferinde, Sultan Alp Arslan karşısına çıkan Diogenes, 26 Ağustos 1071 Cuma günü Malazgirt ovasında gerçekleşen savaşta ağır bir mağlubiyet alarak esir düşmüştür. Salıverildikten sonra, dönüş yolunda tahttan indirildiğini öğrenmiş ve yanında kalan kuvvetlerle birlikte İstanbul’dan gelen orduya karşı iki savaş vermiş olsa da taht mücadelesinden mağlup ayrılmıştır. 29 Haziran 1072 tarihinde gözlerine mil çekilen eski imparator, Kınalıada’ya sürülmüş ve gözlerinden kaptığı iltihapla birkaç gün sonra hayatını kaybetmiştir.

I. İzzeddîn Keykâvus

I. Gıyaseddin Keyhüsrev'ın büyük oğlu olan I. İzzeddîn Keykâvus, babasının ölümü üzerine 1211 yılında tahta çıkmıştır. Bu tarihten itibaren hayatı bölgedeki Bizans, Ermeni, Eyyubi ve Artuklu güçleriyle mücadele içinde geçmiştir. I. Keykâvus, Karadeniz’in en önemli ticaret limanı Sinop’un fethedilmesi (1214), güneyin aynı önemdeki limanı Antalya’nın geri alınması (1216), Ermeni ve Trabzon krallıklarının vergiye bağlanması gibi önemli başarılar kazanmıştır. Bu hamleleri Anadolu Selçuklu Devleti’nin bölgedeki gücünü ve itibarını önemli ölçüde arttırmıştır. Sanata, bilime ve eğitime büyük önem veren sultan Anadolu'daki Selçuklu tıp eğitim yeri ve hastanelerinin en büyüklerinden olan Sivas Darüşşifası'nı yaptırmıştır (1217). 1220 yılında vefat etmiştir.

Artuk Bey

Oğuzlar’ın Döğer boyundan olan Artuk Bey, 1063 yılında kendisine bağlı Türkmenlerle Sultan Alparslan’ın hizmetine girmiş ve pek çok seferde olduğu gibi Malazgirt Savaşı’nda da sultanın ordusunda yer almıştır. Savaştan sonra Bizans’la imzalanan antlaşmanın yerine getirilmemesi üzerine Sultan Alp Arslan, kendisiyle birlikte Malazgirt Savaşı’nda bulunmuş komutanlarına artık kalıcı yerleşim için Anadolu’nun fethedilmesini emretmiştir. Bu komutanlardan biri de çocukları Artuklu Beyliği’ni kuracak olan Artuk bin Eksük olmuştur. Anadolu’da eşi görülmemiş bir hızla fetihlere girişen Artuk Bey Yeşilırmak ve Kızılırmak bölgelerinden sonra Sakarya Irmağı’nı da geçerek İzmit’e kadar ulaşmıştır. Ancak Sultan Alparslan’ın ölümü ve kardeşi Karaarslan Kavurd Bey’in taht iddiasıyla ortaya çıkması üzerine Nizamülmülk’ün tavsiyesiyle Melikşah tarafından yardım için merkeze çağrılmıştır. Burada, Kavurd Bey tehlikesinin ortadan kaldırılmasında büyük rol oynamıştır. Dönemin kaynaklarının “eşine ender rastlanan bir komutan” olarak tarif ettikleri Artuk Bey, öylesine kudretli bir Türkmen savaşçısıydı ki erken dönem Türk-İslam destanlarından Danişmendname’de bile adı geçmiştir. Sultan Melikşah’la zamanla arası açılan Artuk Bey, Melihşah’ın kardeşi Suriye Meliki Tutuş’un hizmetine girmiştir. Tutuş da onu Selçuklu merkezine karşı kendisine gösterdiği yardımlardan dolayı Kudüs ve çevresine vali olarak atamıştır. Artuk Bey’in 1091 yılındaki ölümünden sonra yerine Artuklu Beyliği’ni kuracak olan oğulları Sökmen ve İlgazi geçtiler.

Selâhaddîn Eyyûbî

Selçuklu valisi olan Necmeddin Eyyûb’ün oğlu olarak 1138 yılında Tikrit’te doğmuştur. Babasının görevi ve bağlantıları sebebiyle adeta bir şehzade gibi yetişen Selâhaddîn Eyyûbî genç yaşlarından itibaren Haçlılara karşı yapılan seferlere katılmıştır. Amcasının ölümünden sonra Nûreddin Zengî’nin Mısır’daki ordusunun kumandanı olan Selâhaddin aynı zamanda Fâtımî halifesinin veziri olarak iki önemli görevi birden üstlenmiştir. Selâhaddin, Nûreddin Zengî’nin onayıyla ve onun nâibi sıfatıyla Mısır’ı ve bağlı bölgeleri müstakil bir hükümdar gibi yönetmeye başlamıştır. Zengî’nin ölümünden sonra da 1176 yılında resmen hükümdar olmuştur. Haçlılarla irili ufaklı pek çok savaş yapan Selâhaddin Eyyûbî, Hittîn denilen yerde Haçlılarla nihayet bir meydan savaşına tutuşabildi ve burada büyük bir zafer kazandı (1187). Bundan sonra, Selâhaddin Eyyûbî hızlı bir fetih hareketine girişti. Filistin’de Akkâ, Taberiye, Askalân, Nablus, Remle, Gazze dahil birçok kaleyi ele geçirdi. Birkaç hafta içinde irili ufaklı elli iki şehri ele geçirmiş ve nihayet 12 günlük bir kuşatmanın ardından 2 Ekim 1187 Cuma günü Kudüs’ü Haçlılardan almıştır. Tarihin en tanınmış kahramanlarından biri olan Eyyûbî 1193 yılında vefat etmiştir.

Nureddîn Muhammed

Artuklu hükümdarı Kara Arslan 1167’de ölünce yerine oğlu Nureddîn Muhammed geçmiştir. Nureddîn Muhammed döneminde Anadolu Selçukluları ve Eyyubiler bölgede her geçen gün güçlerini artıyor ve arada kalan devletlerden kendilerine tabi olmalarını istiyorlardı. Daha önce Anadolu Selçukluları ile iyi ilişkiler kuran ve hatta Anadolu Selçuklu hükümdarı II. Kılıç Arslan’ın kızıyla evli olan Nureddîn Muhammed, bu dönemde eşiyle yaşadığı ailevi sıkıntıların diplomatik bir mesele haline gelmesiyle Eyyubilere daha fazla yanaşmaya başlamıştır. Öyle ki, Nureddin Muhammed, Selâhaddîn Eyyûbî’nin hakimiyetini tanıyarak onun Haçlılara karşı 1183’teki Beysan ve 1184’teki Kerek gazalarına bizzat iştirak etmiştir. Daha sonra Selâhaddîn Eyyûbî’yle birlikte Musul ve Diyarbakır kuşatmalarına katılmıştır. Diyarbakır’ı ele geçiren Selâhaddîn, hizmetine ve desteğine karşılık burayı Nureddîn Muhammed’e vermiştir (1183). Nureddîn Muhammed 1185 yılında vefat etmiştir.

Kutbüddîn II. Sökmen

Babası Nureddîn Muhammed’in yerine geçen oğlu Kutbüddîn II. Sökmen (1185), Selahaddin Eyyubi’nin huzuruna gelerek tıpkı babası gibi ona bağlılığını bizzat bildirmiştir. Ancak onun ölümünden sonra Artuklu hakimiyetini genişletmek için çeşitli ittifak girişimlerinde bulunmuştur (1193). Fakat II. Sökmen, Hasankeyf’teki sarayının damından düşerek hayatını kaybedince (1200) ciddi bir problem baş göstermiştir. II. Sökmen, kendisinden sonra beyliğin başına geçmek üzere oğlunu değil, çok sevdiği kölesi Ayaz’ı vasiyet etmişti. Ancak, Ayaz’ın Hasankeyf Artuklularının başına geçmesini beyliğin önde gelen kumandanları istemedikleri için Ayaz’ı tahtan indirerek yerine Nasırüddîn Mahmud’u başa getirmişlerdir.

Nasırüddîn Mahmud

Ağabeyi II. Sökmen’in ölümünden sonra kardeşi Nasırüddîn Mahmud hükümdar olmuştur. Hasankeyf Artuklu Hükümdarı Nasıreddin Mahmud, Eyyûbî hükümdarı el-Melik el-Adil’in 1206 senesindeki önceleri kuzeydeki Gürcüler üzerine düşünülen, fakat sonradan Haçlıların elindeki Ağnaz Kalesi üzerine yönelen seferine kendisine vekaleten vezirini göndererek iştirak etmiştir. 1208’deki Sincar seferine ise bizzat katılmıştır. Ancak bu sefer, halifenin ricası, Anadolu Selçuklu Sultanı I. Gıyaseddîn Keyhüsrev’in ve Erbil hakiminin Eyyûbîlere karşı ittifak oluşturmaları sebebiyle akamete uğramıştır. Yine de, Nasırüddîn Mahmud sefer sırasında el-Melik el-Adil’in teveccühünü kazanmayı başarmıştır. Hasankeyf Artuklularının Eyyûbîlere bağlılıkları 1218 yılına kadar devam etmiştir. Bu sene içinde Anadolu Selçuklu Sultanı I. İzzeddîn Keykavus’un düzenlediği Suriye seferi sırasında her iki Mardin Artuklularıyla birlikte Hasankeyf Artukluları da Eyyubîlere karşı cephe almıştır. Fakat, I. İzzeddîn Keykavus’un başarısız olup geri çekilmesi, Artukluları zor durumda bırakmıştır. Nasırüddîn Mahmud, hiç vakit kaybetmeden tekrar Eyyubîlere bağlılığını bildirmiştir. Bu bağlılığı kabul edildiği gibi Hani ve Cebelcûr kendisine verilip, diğer Artuklu hanedanlarından birinin elinde olan Dara’yı almasına göz da yumulmuştur. Döneminde, sanatı, bilimi, teknolojiyi ve ticareti imkanlarını zorlayacak derecede destekleyen Sultan Nasırüddîn Mahmud, 1222 yılında vefat etmiştir.

Artuklu Sarayı

Artuklu Sarayı; 12-15. yüzyıllarda Doğu Anadolu ve Güney Doğu Anadolu'da hâkimiyet kuran Artuklu Devleti’nin Salahaddin Eyyubi’nin de yardımıyla ele geçirdikleri Diyarbakır'ın bugünkü İç kale Mahallesi’nde tepe üstünde bulunan yapıdır. Saray, Diyarbakır surlarının birleştiği bölgede bulunmaktadır. Artuklu Sultanı Nasreddin Muhammed (1200–1222) döneminde inşa edilen ve ancak çok küçük bir kısmı 1960'lı yıllarda kazılabilen sarayın ana gövdesi bugün bir höyüğün altında bulunuyor. 2018 yazında yeniden başlayan kazılarla birlikte Saray’a ve yerleşimine dair yeni bulgulara ulaşıldı.

Saray’ın mimarisinde birçok dekoratif ve sanatsal unsurların yanı sıra, özel bahçeler, havuzlar ve fıskiyeler olduğu, hatta insan figürlü rölyef ve görselleri içerdiği düşünülüyor. Mardin, Hasankeyf ve Palu'da yapılan kazılarda bulunan daha fazla Artuklu suru kalıntısına rağmen Artukluların ana sarayı Diyarbakır'daki yapıdır. Diyarbakır’daki bu Saray, Osmanlı idaresi altında (16. yüzyıl) başlarında çürümeye başlayana dek hapishane olarak kullanılmış ve günümüzde Virantepe höyüğü olarak bilinen yükseltinin altında yavaş yavaş ortadan kaybolmuştur.

Saray alanında kısmi kazı çalışmaları 1961 yılında sanat tarihçisi ve Osmanlı arkeoloğu Oktay Aslanapa yönetiminde gerçekleştirilmiştir. Kazılar sırasında, saray bahçesinin bir bölümü ve Türk hamamlarının mimari sisteminin açık hatları gibi önemli kalıntıları korunmuş ve zamanla kaybolmamıştır. Renkli taş ve cam küplerden mozaik süslemeler Türk mimarisinde ilk defa burada görülmektedir. Bunlar geometrik örnekler olup aralarında karşılıklı balık ve ördek figürleri vardır. Firuze sır altına siyah olarak iki başlı kartal arması ile kare çiniler de bulunmuşlardır. Mavi, yeşil, lacivert, mor ve beyaz renkte çinilerden parçalar, renkli sır tekniğinde kazıma bir tavus kuşu figürü ile diğer bir çini bulunmuştur.

Ant Kadehi Tutan Sultan Tuğrul ve Huzurunda Hazır Bulunanlar Rölyefi Huzurunda Hazır Bulunanlar Rölyefi

KÜNYE
İran, Rey Kenti yakınları, 12 yy.’ın ikinci yarısı.
Orijinal Ebatları:
172 x 323 cm
Orijinal Rölyefin Bulunduğu Yer:
Philedelphia Sanat Müzesi.
Üst Panelde Kufi Yazmanın Tercümesi:
Sultan, Melik, Yüce, Han, Tuğrul, Bilge, Adil, Güçlü.
Tahtta Oturan Figürün Altında:
Sultan, Muzaffer, Adil.


Antik Rey kenti yakınlarında, İran platosunun kuzeyinde ortaya çıkarılmış olan bu panel, büyük bir ihtimalle saraya ait bir binadan gelmektedir. Büyük Selçuklu Hükümdarlığında Rey kenti önemli bir konuma sahipti. Birçok sultan tarafından yerleşim yeri olarak kullanılmaktaydı. Panelde göze çarpan ilk figür Sultandır. Tuğrul Bey olarak üst kısımda ismi anılmıştır. Sağında ve solunda meclisi, generalleri ve gulamları bulunmaktadır. Figürlerin ellerinde tuttukları objeler makamlarını simgelemektedir. Bu tarz betimlemeli paneller devlet binalarında sıkça mutlak gücün tasvirinde kullanılmışlardır. Bu panel arkeolojik kazılarda birden fazla parça halinde bulunmuştur. Zaman içerisinde birçok restorasyondan geçtiği düşünülmektedir. Görmüş olduğunuz bu replika orijinal panele sadık kalınmaya çalışılarak İstanbul Cezeri Müzesi tarafından üretilmiştir.

Kaynak: Sheila R. Canby, Deniz Beyazit, Martina Rugiadi and A.C.S. Peacock, Court and Cosmos, The Great Age of the Seljuks, The Metropolitan Museum of Art, New York, 2016, s. 76-77.

Selçuklu Yıldızı İşlemeli Sıva Paneli

KÜNYE
İran, 12. yy.
Orijinal Ebatları:
152 x 344 cm
Orijinal Panelin Bulunduğu Yer:
M. ve R. Stora, Paris.


Panel; dikdörtgen formda, kıvrımlı, iki dar band ile sınırlandırılmış derin oymalı, dört büyük sekiz köşeli yıldızdan oluşmaktadır. İki tanesi çeşitli paletlere sahiptir. Diğer ikisi de büyük bir figür sahnesiyle birbirine geçmektedir. Tahtta oturan bir prens etrafına toplanmış meclis kufi bir yazıtla kuşatılmış ve bu taht sahnesinin etrafında toplanmış diğer küçük sahneleri içermektedir. Sol yıldızda, selvi ağacının etrafında iki oturan figürden biri tiraz bantlı bir elbise giymektedir. Sağ yıldızda, iki oturmuş figür betimlenmiştir. Üst ve alt bantlarda, kufi yazıtın altında, bir topuz taşıyan tek ayaklı bir figür, dört oturan figür, altta oturan tef çalan ve içecek içip müziğin keyfini çıkaran figürler görülmektedir. Üç adet harp, keman ve tef çalan müzisyen ve bu müziği dinleyen iki figür yer almaktadır. Kufi yazıtın altında tek bir figür göze çarpmaktadır, önemli bir görevli olduğu düşünülebilir. Bir selvi ağacının etrafında iki ayakta duran figür, kuşatılmış bir selvi ağacının etrafında duran iki şahin figürü, memurlar ve tavşan taşıyan bir şahin kuşu görülmektedir.

Kaynak: https://www.christies.com/lotfinder/Lot/a-monumental-royal-seljuk-carved-stucco-panel-5358694-details.aspx

Artuklu Sarayı Kapısı

Diyarbakır’da Artuklu Sultanlarının sarayı için yapılan ve gerçek bir şaheser olan bu kapıyı görmek için dönemin gezginleri yollarını değiştirirmiş. Cezeri’nin eserlerinden olan bu kapıda, onun malzeme bilgisini ve sanat duyuşunu görebiliriz. Metal döküm ve işleme teknikleri bakımından da o dönemdeki teknolojik seviyenin üstünlüğü kapı üzerinde açıkça görülmektedir. Bilim tarihçileri bu kapının yapımında kullanılan döküm metotlarının Avrupa’da ancak 16. yüzyılda görülebildiğini, Cezeri’den önceki dönemlerde ise bu metotlara rastlanmadığını söylüyorlar.

Kapı yaklaşık 4,5 m yüksekliktedir ve her biri 1,5 m genişliğinde olan iki kanadı vardır. Her bir kanadın ortasında üzerlerinde İslam sanatının ünlü sekiz ve altı köşeli yıldızları ve bu yıldızların içlerinde de dışa doğru kubbe görünümünde, üzerleri kakma ve oyma işlemleriyle süslenmiş parçalar bulunan pano şeklinde bir kısım mevcuttur. Yıldız kubbelerinin aralarında da düz ama aynı şekilde işlenmiş parçalar kullanılmıştır. Bu kısmın yanlarında ve üstünde, köşeli, geometrik harfler kullanılan kufi yazı tarzında ve kabartma şeklinde “Mülk, Vâhid ve Kahhâr olan Allah’ındır” yazmaktadır. Bu yazının etrafı da onu çevreleyen sıra sıra motiflerle süslenmiştir. Kanatların ortasındaki bini (ara çıta) parçası da çok güzel işlenmiştir. Bu işlemenin bir kısmı, daha sonra Avrupa’da yaygınlaşan gotik sanat tarzının İslam sanatındaki erken bir örneğidir. Bütün motifler dökme pirinç levhalar üzerindedir ve bu levhalar, kalın ahşaptan bir kapı kanadı üzerine monte edilmişlerdir. El ile yapılan oymaların haricinde bazı parçalar, üzerlerinde oyuk motifler bulunacak şekilde bronz döküm yapılmış, sonra da bu çukurlara tekrar bakır döküm yapılarak büyüleyici görüntüler elde edilmiştir. Kanatların ortalarında bulunan desen, ilk defa Cezeri’de gördüğümüz bir kompozisyondur ve geometrik bir kural yoluyla ortaya çıkarılmıştır.

Burada gördüğünüz kapı replikası, orijinalinden farklı olarak ahşap malzemeyle %75 ölçekle üretilmiş, göbek deseninin geometrik oluşumunu göstermek için bir kanat üzerinde yansıtma tekniği ile video haritalama (mapping) yapılmıştır.

Mardin Ulu Camii Kelime-i Tevhid Paneli

Artuklu Dönemi mimari örneklerinden, dilimli kubbesi ve minaresiyle Mardin’in sembolü olan Mardin Ulu Camii kayıtlara göre iki minareli inşa edilmiştir. Caminin bugün mevcut olan tek minaresinin kare kaidesindeki yazıt, yapım tarihini 1176 olarak vermektedir, fakat bugünkü minare 1888/1889 yıllarında yeni ve eklektik bir üslupla yapılmıştır. Yapı 12. yüzyıl Artuklu Dönemi mimarisinin temel özelliklerini yansıtmaktadır. Erken dönemde özellikle güneydoğuda meydana çıkan, mihrap önü kubbeli enine gelişen cami plan ve formunun çok önemli ve eşsiz bir örneğidir. Yapının malzemesi düzgün kesme taştır. Ulu Cami’nin kubbesi dıştan yivleme tekniğiyle yapılmıştır. İlk olarak bu binada kullanılmış ve sonları Mardin’de gelenek halini almıştır ki bazı geç dönem Artuklu yapılarında karakteristiktir. Caminin minarelerinde kufi harfleri ile kelime-i tevhid, cennetle müjdelenmiş on sahabenin ismi, son olarak da “ve men yetevekkel alellahi fehuve hasbuhu” (Kim Allah’a tevekkül ederse, O, ona yeter) yazılıdır. Caminin dikdörtgen avlusu, ana yapının kuzeyinde kalmaktadır. Avlunun güneyinde mihrap duvarına paralel, beşik tonozlu üç neften oluşan, mihrap duvarına yakın iki nefin kubbe ile kesildiği, enine gelişmiş, mihrap önü kubbeli bir şema görülmektedir. Bu şema, aynı zamanda, çevredeki birçok yapı tarafından taklit edilmiş bir modeldir.

Kaynak: Mardin Valiliği, "Kent Haritası ve Şehir Planı", 2013.

İki Adet Nefesli Çalgıcı Modeli

Dönemin saray müzisyenlerini temsil eden bu modeller, Cezeri’nin anıt su saatindeki çalgıcılardan esinlenilerek yeniden üretilmiştir. Saray hayatı içerisinde çalgıcılar gerek musiki meclisleri gerekse saray içerisinde yapılacak önemli duyuruların ilanında önemli görev icra etmişlerdir.

Harikalar Kitabı

Bundan 813 yıl önce, 1206’da, Diyarbakır Artuklu Sarayı’nda muhteşem bir mühendislik kitabı yazıldı. Yazarı sarayın başmühendisi Ebu’l İz El-Cezeri’ydi. Cezeri’nin tam adı Kitâb el-câmi‘ beyn el-‘ilm ve el-‘amel en-nâfi’ fi sınâa’ti’l-hiyel olan eseri, sonundaki “hiyel” kelimesine atıfla kısaca Kitab’ül Hiyel olarak anılır. Kitab’ül Hiyel dönemin ve coğrafyanın bilim dili Arapça ile yazılmıştır. Kitapta 50 adet araç ve makinenin tasarımları minyatürlerle desteklenerek açıklanmaktadır. Cezeri esasen araçları sarayda kullanılması için üretirken, hükümdarın isteği üzerine ürettiği eserleri kendinden sonraki nesillere bırakabilmek için bir kitap yazmıştır. Dolayısıyla kitap hayal ürünü düzenekler değil, gerçekten imal edilip çalıştırılmış aletlerin açıklamasını içeren bir mühendislik kitabıdır.

Kitapta; su ile çalışan saatler, robotlar, kan ölçme cihazları, mumlu saatler, kilit ve kapılar, fıskiyeler, sulama ve su yükseltme mekanizmalarından oluşan 50 alet yer almaktadır. Kitabın Cezeri tarafından yazılan ilk versiyonu günümüze kadar gelmemiş olsa da, birbirilerinden küçük farklara sahip 14 Arapça, 2 Farsça, 1 de Osmanlı Türkçesiyle yazılmış 17 tane el yazması nüshası başta Topkapı ve Ayasofya kütüphanelerinde olmak üzere dünyanın çeşitli müze ve kütüphanelerinde bulunmaktadır.

Dene!

“ Dene! Denenmemiş bir bilgi yanlış ile doğru arasında asılı kalır”

Cezeri’nin bu sözü onun mühendislik anlayışının temelidir. Kitabında sık sık uygulamanın önemine vurgu yapan Cezeri için doğru bilgiye ancak deneyerek ulaşabiliriz, yanlış bilgiyi de deneyerek eleyebiliriz. Günümüzde bilimin teorik yapısının güçlü olmasına rağmen deney ve gözlem bilimsel ilerlemenin hala önemli bir unsurudur. Zihnimizde kurguladığımız soyut şemalar eşya ile test edildiğinde somut bir alan yaratmış olur. Fikrin aklında kalmasın, eline el. Sen de dene! Neden olmasın ki?

Sultan ve Mühendis

Cezeri’nin mekanikte bize miras bıraktığı birikim çok değerli. Bu birikimde Cezeri’nin dehasının ve çalışma azminin payı olduğu kadar Artuklu sultanlarının özellikle de Nasıruddin Mahmud’un ona verdiği sınırsız destektir. Cezeri’nin hikayesinin en önemli kahramanı kendisidir, ancak diğer kahramanları zikretmek gerekirse en az 26 yıl boyunca kendisine maddi ve manevi destek veren Artuklu sultanlarıdır. Artuklu sultanları Cezeri’yi muhtemelen ürettiği ince teknolojinin kendilerine kazandırdığı prestij yüzünden desteklediler, ancak bu destek bizim bilemediğimiz çok daha büyük stratejik bir projenin parçası da olabilir, öte yandan düzeneklerinde dehasını açıkça gördüğümüz Cezeri, sultanın bölgedeki kaotik ilişkileri düzenlerken atacağı adımlarda doğru yolları gösteren bir danışmanı da olabilir.

Cezeri’nin kitabını yazma hikayesi de yine sultanla bağlantılıdır. Yaptığı makinelerin en büyük hayranı olan Nasıruddin Mahmud bu birikimin kendisinden sonrakilere kalması için makinelerini izah ettiği bir kitap yazmasını istemiştir. Ünlü kitap Kitab’ül Hiyel bu istek üzerine yazılmış ve sultana takdim edilmiştir.

Yaşam, KalımKaos ve DüzenSanat ve TeknikSu SaatleriOtomatlarGizli SayılarGökyüzüSuyu YükseltmekAtölyeSaldırıGelecek